Ruh yeni bir biçim yarattığını biliyoruz. Sanatçıda bağımlılık yaratan haz, bunun hazzıdır – henüz olmayan bir yeni biçimlere, varlıklara, yeni bir evrene doğum ve yaşam vermenin hazzı.
Bu yeni ‘biçim’ler evreni ya da kraliyeti (Shakspeare’den alıntı vermeden geçemeyeceğim yine: ‘Yazdığım kitaplar bana yetecek kadar kraliyettir!’) sıradan sözler ya da bilindik renkler içinden seçilmiş, kotarılmış olabilir. Ama ruh onları öyle bir düzlemde dizer ki, adeta giydirir, tat ve koku alınır hale getirir, sanki ‘canlı’ hale ulaştırır… Bu ruhun, Yaratıcı gibi ilksel güç olduğunu ispatlar. İnsanın onuru haline-mertebesine ruh, bu yüzden çıkar ve böyle ruhu taşıyanı da çıkartır. Ruh, bu anlamda, Yaratanın özel bir halidir, ‘cansız, ruhsuz’ oldukları sanılan, ama yine de O’nun çocukları olan Tinlere de sahip çıkar.
‘Şiir, yeni bir biçim yaratan ruhtur’, diyor Pierre- Jean Jouve, onun fikrini tamamlayarak Gaston Bachellard ta diyor ki, ‘Düşleyen adam – homme revant, derinliklerin ve geleceğin adamıdır’.
Ruhun yarattığı Şiir, düşlemlerden doğar, düşlemler ise bizi genişleten ve daraltan, dünyamızı sınırlı kılan ve sınırsız, sonsuz kılandır. Düşlem odağınızın ne olduğuna bağlıdır bu. ‘‘Yapan insan / homo faber, yüzeyin insanıdır’.
Tüm insanların hayatında özel anları – farklı tadı-kokusu-zaman akışı olan düşlemleri bahşeden Anlar vardır. Sıradanmış gibi gelen nesnelerin, doğa ya da mekânların bile öz anlamlarını fısıldadıkları ve bu düşlemlere sıra dışı etkiler ekledikleri… Peki, nasıl oluyor bu? Köpeklerde koşullu-koşulsuz refleksleri araştırarak, insan beyninin de işleyişi hakkında kesin kararlar çıkaran fizyologlar bu durumlara ne diyorlar? Yine bazı salgılar (hormonların) aktif etkileşimi mi? Olabilir. Peki, ilham, esinlenme, esrime, ekstaz, trans vs bunların hepsi şimdilik elimizde var olan bilimsel bulgularla nasıl açıklanıyor? Bulgular yetersizliğinden dolayı tam açıklanamıyor işte. İlgi çekmeyecek kadar önemsiz bir alan mı? Hayır! Sadece tek düze açıklayıp rahat edilecek, el çekilecek ya da ‘Bilinemeyen’in alanına bırakıp, göz yumacak kadar önemsiz değil elbet! Biyoloji araştırmacısı olmayı seçtiğimde, bunlar gibi şeylerin üzerine çalışmalar yapabileceğimi planlamıştım. Meğer o yoldan olmuyormuş. Ben yapamadım-yol bir yerde durdu, oradan devam edemedim. Şimdi, doktoralığını yaptığım dalı bir kenara koyup, başka dalın uzmanı olmam gerektiği kanısındayım; önemini his ettiğin bir iş varsa, bizzat kendin de o işin içinde olman lazım. İmkânın yettiği kadar…
O sözünü ettiğim mahrem ve özel anlar bazı insanlara bazı durumlarda gelir, bir var bir yok olurlar, öyle aynı insana bile her zaman kendini açmayan bir alandır bu. ALGI GENİŞLİĞİ, aşkın duyuluk denilen kabiliyet tarafınca algılanır, sezilir, yaşanır, ama sonra kaybolabilir, bir anda ya da yavaş yavaş sizden uzaklaşabilir; ancak içimizde bir hoş, nefis tat bırakarak, hatırladığımızda özlem duyurarak, bir daha gelir mi gelmez mi diye hasretini çektirerek. Peki, şartları nedir ONUN? İzmirli şaire, sevgili Hülya Altay Atılgan’ın dediği gibi:
Bir gemi yüzer
Yıldız gemisi
Öyle
Gelişi güzel
Gidişi çirkin
Hep kalsın isterim
Ama olsun
Arada sırada uğrasa da
Sevinirim
Hangi hallerde gelir yüreklerimize bu büyülü Gemi, öz’lüğümüze koşulsuz bir sevgi getirirken, kendisi nasıl koşullar talep ediyor bu gariban insanlık varoluşumuza?
Kolay mıdır bize de, İnsanlara? Maddedeyiz biz, onunla anlaşmamız vardır. Ona da borçluyuz insanlığımızın anlamını, deneyimlerini yaşarken. Arş’ın Arz’a borcudur bu belki… Tövbe haşa, borç değilse, karşılıklı işbirliğidir… Ve ne kadar ruh gözümüz, iç görümüz varsa da, sınırlı görüş alanımız da ikide bir aldatıyor bizi bu garip hayatımızda. Örümcek ağı gibi öreriz hayat olgumuzu, ‘mümkün’ler, ‘yasaklar’, ‘iyiler’ ve ‘kötüler’, ‘doğrular yanlışlar’, çaresizlikler ve sonsuz yetenekler arasında git geller yaşayarak, gidim gidim, an be an dokuruz yaşam olgumuzu. Hiçliğin çukuruna düşmemek için, önümüze incecik Sırat köprümüzü kendimiz kurarız böylece… Ve tüm bu, İNSAN OLMA durumları içindeyken, ruhun, tinin, ötenin, iç düzlemlerin çağrılarına sağır kalmamaya, kendimiz de sürekli IŞIĞA çağrı olmaya çalışıyoruz. Gözümüzün görmediği, elimizle tutamadığımız, ‘bilimsel’ olarak tanımlayamadığımız güçleri içimizden geçirir, evrenin uzak yıldızlarının ışığını Dünya’ya çağırırız. Yüreklerimizde bu ışığı biriktirerek, yeni biçimlere, tinlere, imgelere can veriyoruz ruhlarımızla. Bu şekilde, ruhu olmayan varlıklara ruh vermiş, Yaratıcı’nın yaşam kaynayan katlarına katmış oluyoruz.
Ve bunları sadece yürek gücümüzle yapmak zorundayız, ‘üçüncü gözümüzün’ olması, ‘kozalaksı bezimizin aktifleşmesi’ vs bunlar önemli olamıyor, Nefis Dünyanın esas koşulu yerine getirilmedikçe: ‘sadece’ Adem-Adam olmak. İnsan olmak. Her koşulda erdemli ve inançlı davranmak.
Size kimse inanmasa bile, gerçeğin tınılarını seslere, sözlere, yaşama, eylemlere çevirmek. Yanınızda destek olacak kimse yokken, doğrular adına arkanızda olan, görünmese bile yine de var olan Dostların ordusunun durduğuna inanabilmek. Aslında, tüm bu insani hayat olayı, en baştan, şöyle bir Olgunun üzerine oturtulduğunu anlamak: yapay zaman algısı, sahte (ters) anlamların hüküm sürdüğü ortam ve yine ‘yapay mekân’ algısı arasında (madde aslında yoktur! Nasıl yoktur? Aha duvarı geçiyim derken kafayı vurduk ne oldii?! Ruhumun kanatları var diye, yüz katlı binadan atladı biri, yere çarpıldı hani?!), gerçek bir Yaşam Kitabını okuyabilmek ve onun yazısı (kodlarını) işte o yapaylıkların düzleminde gerçekleştirebilmek. Yazımın başında alıntı vermiştim Fransız filozoftan: düşleyen adamın derinlikler ve geleceğin adamı, yapan insanın yüzeylerin insanı olduğuyla ilgili. Büyük üstada olan tüm saygıma ve derin sevgime rağmen, bir önemli değişim yüzünden artık bu anlayışa bir şey eklemek zorundayım: ÇAĞIMIZIN EN İLERİ BİLİNÇLİ İNSANI ÜZERİNDE ARTIK YENİ BİR VAZİFE VAR, HEM DÜŞLEYEN, HEM DÜŞÜNEN, HEM YAPAN OLMAK. Zaten insan olmak, en ‘önemsiz’ sayılan insan bile olsa, çok büyük sorumluluğu olan bir vazifedir. Her kes, her şey, BÜYÜK YAŞAM OLAYINDA katkıda bulunmaktır bu öyle böyle gerçekleşen vazife. Nefes almak yetiyor çünkü bunun için. İçinize çekerken ne olsa olsun, çıkarırken o nefesi, ona bir parça ‘sizi’ katarsınız, çünkü nefes, sadece burnumuzdan çıkan gazlar değil, o görünmeyen âlemlere kattığımız bir parça ‘biz’dir. Bizim biraz daha arttırdığımız sevgi ya da öfke, haksızlık ya da adalet, umut ya da çaresizlik, uyuşukluk ve boş vermişlik ya da gayret, cesaret enerjisidir. Yaşadığımız Dünyayı ve üzerindeki hayatı benimsemek ya da ona karşın kızgın, küskün olmamız da OKUNUYOR: alıp verdiğimiz havadan da, suskun suskun baktığımız gözlerimizden de, uykumuzun en derin evrelerinde bile beyin kıvrımlarımızda ve hücrelerimizde yaşayan fikir, kanı, duygu, sezi, bilip bilmeden yerine getirdiğimiz yaşamsal ritüellerimizin içimizdeki temelleri-kökleriyle, İLAHİ YÜCE GÖZ tarafınca okunuyor ve kayıta geçiriliyor. Acaba bu kocaman göz nerede ve nasıl görüyor derseniz, O Bilinçtir, her yerde olan, her şeyi çoktan ve önceden bilen, okyanus gibi her yeri dolduran… Bir deresinin de bizim şah damarımızdan geçtiği Okyanusu düşünün. O okyanusun içinde, ağzı açık bir testiyiz biz, su bizim biçimimizi alır, ama açık yerden sürekli girer ve çıkar. Bizim ne içimizdeki sudan, ne etrafımızdaki okyanustan haberimiz var. Testimizin şeklidir bizim derdimiz ve etrafımızdaki hareketsiz duran başka testiler, başka şekiller. O çamur testiler bir gün kırılacak, tozlara dönüşecek ve suya karışacak…
Öyleyken, son dönemlerin sloganına dönüşen Bir olma kuralı, evrensel Birlik Yasasının Dünyamızda yeni yeni öğrenilmeye çalışılan dersleri olduğundan, bilinçli İnsan, kendi farkındalığıyla yaşamın her alanında bu kök gerçeklerin kurallarını dayatarak yaşamak vazifesindedir. Öz gerçeklerinden kopan ahali bocaladığında, saçmalandığında, azdığında da bile, İnsanlık dümenini elinden çıkarmaması, sırat köprüsünün, aslında her an ayağımızın altında olabileceğinin anlayışı ve sorumluluğunda olması gerekir. Pamuk iplikler üzerinde ip cambazlığı yapmak gerektiğinde, kontrol her dönemde en bilinçli insanlarda olmak zorundadır. Nezire Selçuk’un öz akışlarında, ‘zeytin olmak’ ibaresini okumuştum, bu, ‘her şey olabilmek’ anlamına geliyordu. Çağlar değişimi dönemindeki şartlardan biri de, ilk kendini, yakın çevresini, sonuçta bu şekilde Dünya yaşamını da erdem, edep, nezaket ve dürüstlük yönlerine değiştirmek isteği olanlar, bu amaç adına HER ŞEY: DÜŞLEYEN, DÜŞÜNEN, YAPAN-GERÇEKLEŞTİREN olabilmeleri lazımdır. Ve kesinikle, bu, günlük yaşamda da, mesleki ve sanatsal yaşamda da, Savaşsız olamaz. Demek, aynı anda, SAVAŞANDIR bilinçli İnsan. İçlerde doğup, dışa çıkabilecek olan masumiyet, güzellik ve zenginliklerin yaşama katılabilmeleri, büyüyüp, yayılmaları, onların ezilmemesi için savaşan, sahip çıkandır RUH taşıyan İnsan!
RUH düşler, Akıl düşünür, yapan ise İNSANDIR!