Sabahın çiğ damlaları öperek uyandırıyor aşkı yanağından

Belki de çok uzakta değildir mutluluğunun ülkesi, derin bir uyku kadardır ke’sesi. Uykusuzluğun da çekilir senin,
isim halin de,
isimsizliğin de,
hatta sineye de,
temize de çekilirsin sen,
kısaca çok güzel ç’ekilirsin yüreğime,
yeter ki benden bir adım öteye ç’ekilme.” diye kendi kendine uzandığı karanlık odasında düşünüyordu, gözlerini dikmiş tavandaki duvar kağıtlarına bakıyor, her ne kadar gözlerinin daldığı hiçbir boşlukta o an ki varlığı olmasa da bilge iç sesinden derin sözler süzülüyordu yüreğine Meltem’in.

İsmail ile ilk göz göze geldiği günden başlıyordu düşünmeye ve geçirdikleri o sonsuz mutluluk hissiyle yanıp tutuştuğu dakikaları yeniden, yenileyerek birbir misafir ediyordu artık İsmail’in olmadığı hayatının dakikalarına. Onu hala seviyordu, bir gün kendisini terk edip gideceğini İsmail’le göz göze geldiği o gün anlamıştı. Aşırı havai tavırları, bilmiş hareketleri, konuşurken gözlerini kaçırışı, aldığı tüm eğitimlerin özetini ‘ben aldığım eğitimlerimden ibaretim’ dercesine on dakikada anlatmış, saçlarını düzeltirken etrafına bakınan ve dünyayı ben yarattım halleri dikkatinden kaçmamıştı Meltem’in. Aslında İsmail’i ilk gördüğü anda tüm bu fark edişleri onun ilk izlenim gerçekleriydi. Bazen bilirsiniz sizi bir gün terk edebilecek kişileri ama aşk bu yine de Allah yarattı demez yine de seversiniz hayırsızları, kendini bilmez havalı halleri olanları da. Meltem de Allah yarattı dememişti ve kusurlarının üzerini örterek çok sevmişti zaten. Ve birden o karanlık odada gözlerinden süzülen birkaç damla eşliğinde, bir zamanlar İsmail’in yüzüne bakarken ona yazdığı ilk şiirini anımsadı.

‘Her zaman büyük bir mutluluğu bekler gibi bekledim seni ve hep yanlış duraklarda soluklanan o yorgun nefes gibiydi yokluğun. Ve şimdi aşkın olmadığı yerlerde alınan o nefes;  diyaframa uğramadan ağızdan alınıp verilen o hevestir. Güneşli bahar sabahları  kadar aydınlık yüzünde cıvıldıyor rüzgâr, gözlerindeki yanan ateşin etrafında el ele tutuşarak dönüyor çocuklar, sahilde mehtaba karşı aşkın sesi vuruyor sevgililerin yürek kıyılarına. Sabahın çiğ damlaları öperek uyandırıyor aşkı yanağından.’ Diye yazmış ve İsmail’in gülümseyen bakışları arasında eline tutuşturmuştu şiirini..Meltem’in elinden şiiri alan İsmail koluna giren güzel aşkının şiirini yüksek sesle, şaşkınlık ve mutluluğu da yanına alarak okumuş ardından böyle bir aşkta nefes almanın özelliğinde demlenmişti.

Şiir yazan bir kadının varlığı adam gibi sevebilen erkeğin yakasında ne de güzel bir çiçekti! Ne demişti şair; kadın şiir okumayı seviyorsa onu sevin, bir de şiir yazıyorsa teslim edin gitsin ruhunuzu azizim! Elbette İsmail teslim etmedi ruhunu, bu teslimiyet çokça ait olma duygusuyla iç içeydi, İsmail’in ruhu sahip olmayı sever, ait olmayı reddederdi.İşte burası birlikteliğin çilesinin başladığı yerdi, aşk bir yemin ve o mühürlü sözdü.

Meltem küçük mutlulukların, basit zamanların elinden tutarak oyuna kaldırdığı bir çocuk gibiydi. Büyümemiş yüreğindeki hüzünleri, çocuk gülümsemesinden uzaklarda yürürdü. Bir gün İsmail in akşamüzeri işten eve dönüşünü beklerken çocuk yüreğinden kaleme şunları fısıldamıştı;

Gün batarken bir yere sessizce oturan ve hüznü sancı duyan tek kişi ben miyim?
Ki sen bilirsin beni; geceyi gündüzden ayıran, kendini renkten sayan o gri ayraç’a hep küstür hüznüm. Ve bu gri dakikalara sabır gösterenlere; güzel bir akşam, ardından şiirli bir gece ve aydınlık bir sabah ısmarlıyordu hayat. Gri dakikalar vakitlerin dikenleriydi, gece kokusu, gündüz ise gülüydü.

çiy-damlasi

Kendimi bildim bileli bu biliş hangi vakte denk gelir tam olarak bilemesem de; olur olmaz anların taptığı kişi idim. Karanlık olur olmaz;  ev ahalisinde bir akşam yemeği hazırlığı, bir sohbetin eşlik ettiği çay havası, birilerinin evimize konuk olarak gelme ihtimali içimi heyecanla kaplamıştır. Ve uzayan akşamların başlangıçlarında, havalar ılıyıp kapıları kapatmaya gerek duyulmadığında, herkesin bir yerde kendine doğru yürüdüğü, süzüldüğü, içten içe, içtenliğiyle sevinerek kendisini diğerinin önüne rahatça serdiği o dakikaları sevmişimdir hep. Sabah olur olmaz; kuş seslerinin eşlik ettiği hafif bir esinti, bir dostun varlığı, yeni bir şeyleri öğrenmeye duyulan açlık, kızarmış ekmek kokusu ve yine senden sonra çayın varlığıdır sevincime sebep olan.

Meltem in çocuk yüreğinden dökülen sözlerinin karşılık bulabileceği o ruh ikizi elbette ki İsmail değildi.. Kendisine şiir yazılan herkes gibi elbette bunu severdi lakin ruhunu teslim etmek onun gibi birine göre değildi. İsmail gözleri fıldır fıldır dönen bir çok eşliydi, çiçekten çiçeğe konan o arının benzeriydi, kendisi için yapılan güzellikleri değil kusurları gören gözlerin sahibiydi, aslında Meltem biliyordu bu İsmail de değildi. Bu olumsuzluklara sebep olan İsmail’in hırsı, özgüvensizliği, kendinden uzak oluşu, dengesizliği ve tüm bunlara sebep olan içindeki şeytanı tanımayı reddeden iç sesiydi. Zihninin efendisi değil kölesiydi İsmail. Meltem ile geçireceği güzel dakikalara hep geçen aylarda yaptıkları bir kavgada sadece Meltem in hatalarından bahsetmek suretiyle yeniden kin serpiştiren, nefreti ve öfkeyi perçinleyendi. İsmail kendi öz varlığından uzakta nefes alan biri gibi ruhundaki güzelliklerin yalnızca misafiriydi. Oysaki Meltem ona her defasında içindeki güzellikleri hatırlatır, kendi iç dünyasının misafiri değil sahibi olabileceğini fısıldardı. Anlamazdı İsmail, anlayamadı, anlaşamadılar, olmadı.

Aşkın o ilk günleri tüm ihtişamıyla devam etmiş, her gerçek seven ve birlikte sonsuza dek yaşamak isteyenler gibi soluğu tam bir yıl sonra evlendirme dairesinde almışlardı. Bundan sonra hayatın daha güzel olacağına ve dünyanın tüm vakitlerini birbirlerine ayıracaklarına söz vermişlerdi. Oysaki haberleri yoktu her ikisinin de bilmediği bazı gerçekler aynı evin içerisinde yaşamaya başlayınca tüm dikenleriyle canlarını yaka yaka boy vereceklerdi. Ve Meltem evliliğinin o günlerini beş yıl sonra  tuttuğu günlüğüne şu sözleriyle geçmişti.

!Birden gelişirmiş aşk ve  sonra geliştirmeye devam etmesen de olurmuş, o aşk beslenmese de aynı kalırmış. Sen gel onu benim kül’ahıma anlat. İlk görüşte aşk ile evlenenler ilk fırsatta aynı hızla boşanacak olanlardır. İlk görüşte insan diğerini sadece arzulayabilir. Sonsuz bir haz duyduğunu ancak evlendikten sonra kucaklayabileceğine inanan bu çiftler cinsel yönden de toplumun birleşmesine izin verilmediği için evlenme gereği duyarlar. Evlilik kurumu ilk görüşte aşka evlendikten sonra o an sadece başlığı olan bir liste sunar. Çiftler bu listenin detaylarını gerçeklere uyanmalarının önüne geçebilmek için ancak evlendikten sonra görebileceklerdir. Zaman listenin detaylarını gün gün önlerine sıra ile serecektir.
Evlilik hiç fikrimi sormadan sadece bir evet’i fırsat bilerek, içeriğini detaylandırmadan bana attırdığı o imzanın ardından benliğimden kocaman bir parça kopararak beni parçalara ayırmasına göz yumduğum o eldir.

Parçalanan yerlerimin iyileşmeye yüz tutan yaralarına iyileşsin diye; bolca sabır, tecrübe, sessizlik ve çokça yalnızlık sürerek kendimi kabuklarımdan sıyırarak, iç dünyamın çekirdeklerine ulaşmışımdır.

Evlilik kadının ömründen kopardığı parçaya çocuğunu ve kocasını koyan öğrenilmiş çaresizliğin eşlik ettiği sözde tutarlı olması gereken ama asla eşit parçaya bölünmeyen  o bencillik içeren sistemdir.

Her kadın evlendiğinde önceki yaratıcılık akan yaşantısının bir kısmını keser atar, sandığa kilitler ya da kesiğinin önünde yıllarca hürmetten düğmesini ilikler, titrer ve geri geleceği günü bekler, bazen dondurur ‘belki bir gün kendime kaldığımda çözer ve kullanılırım beni’ diye ekler, pes etmez düşler ve asla bilmez o kendine kalış gününün ancak ayrılık vaktinde gerçekleşeceğini.

Evlilik de tıpkı diğer alışkanlıklar gibi bir tür uyuşturucudur. Her uyuşturucu da alışkanlığın çocuğu değil midir zaten?

Evlilik; bazı anlarda eşlerin birbirini törpüleyerek şekil verdikleri o tırnaklardır. Artık kesmeye ne vakit karar verirlerse. Çiftlerden sadece birinin istemesi tırnakları kesip atmak için yeterli bir sebeptir. Tırnaklar denge ile uzar ve bakımları birlikte yapılırsa ne de güzel ışıldarlar serçe çocuklarıyla gelecek güzel günlere.

Evlendiğin gün midene giren o ağrılar o evliliği yapmaman gerektiğinin sinyalleridir. Yıllar sonra sinyaller; uyuduğun bir anda, bir boşluğunda, gecenin kör karanlık loşluğunda, ıssız bir sokak lambası altında yağan o yağmur tanelerinin toprağa vuruşuyla  haklılıklarını yüzüne bir tokatla çarpacaklardır ve ‘o gün bizi neden dinlemedin?’diye hesap soracaklardır.

Meltem nasıl kötü bir evlilik yaşamıştı da böyle evliliği yüceltmeyen cümlelere gebe bırakmıştı kendisini? Sahi evliliğin, olmanın, anne ve baba olmanın bir okulu ve ardından uygulanan ciddi maddeler içeren nitelikli bir sınavı yoktu değil mi?  Neden? Çünkü gönül işlerinin sınavı olmazdı, gönül sınanmazdı, sevene zincir vurulmazdı. Sahi evlilik de aslında sevene zincir vurmak değil miydi?

Severek ayrılmak diye bir yer vardı. Meltem ve İsmail geçinemiyor, paylaşamıyor, konuşamıyor, sarılamıyor, en önemlisi de öpüşemiyorlardı artık. Tüm bunlar olmayacaksa evli kalmanın ne anlamı vardı? Sahi insanı sevgili olmaya iten güzelliler de bu paylaşımlar değil miydi zaten? İnsan dostlarıyla yapamadıklarını eşiyle yapabilirdi salt ve bunlar ayırırdı sevgililiği diğerlerinden.

Sevmek başka birlikte yaşayabilme yeteneğine sahip olmak başkaydı. Meltem’e sorsan İsmail’e yürüyen tüm yollar aşkaydı. Ama aşk karşılıklı yanan iki ateşti. Birinin odunu diğerinin atışına ve ateşine hız verişine bağlıydı. Tek kişinin besleyişiyle büyüyemezdi kişi kendi kendine kur yapamaz, sarılamaz, özleyemez, arzu ve istek duyamazdı. Bunu diğerinin yapması gerekirdi. Hem sarılmak insanı şarj eden o sevgi ışığı değil miydi? İşte tüm bu sözler uzandığı karanlık odasının ay ışığında yüreğini gecenin deminde temize çeken Meltem’ in yüreğinden dökülmüştü. Ve her düşünüşte yeni bir şiir yazan yüreği günden güne eriyen biri gibi kendi içine çekilmişti. Sözler verdiği yeminleri alarak aşka is sürmüşler, tüm sarılışlar başka baharlarda buluşmak üzere terk etmişlerdi Meltem’i. Artık geriye bir tek dostu kalmıştı evliliğinden, onca geçen mutsuz yıllardan geriye; o da kendi kendine çalıp söylediği şiir şarkılarıydı elbette.

Gece yarısı uykuları bölünürdü Meltem’in İsmail’in yokluğundan lakin elinden ne gelirdi biten bir aşkın ardından, eski güzel anılara baka kalmaktan başka? Şiirler yazardı sayfa sayfa ve ekerdi bir tohum gibi güzel sözleri yüreğine geçmiş günlere inat adeta.

Mavi ışığım; yüreğimin mücevherinin ışıkta gözlerimi alan yanı,

aynaların yüzüme en güzel yansıması, karanlığımın mum ışığı,

çocukluğumun gülen yüzü,

ilk gözyaşlarımın mucidi,

mektuplarımın ağlayan hüznü,

buz tutan yokluğunda kayıp düşen ben;

geceler soğuk,

sarılmadan sabah olmuyor sevgilim.

Oysaki o sabahlar güneşli,

kuş cıvıltılarıyla dolu,

bilemezsin sen yoksan sabahlar gri hüzünden bulutlar döker,

yüreğimin ağlayan yaşları sabaha küser.

Burada sonsuz uzun günler,

sensiz boynumda bir ip gibi sızlayarak geçer, oysaki en sevdiğimdi kapımda mutluluk ışığı gözlerinde,

senin elinden sıkıca tutmuş o güller.

Kırmızıydı,

içimin sana yanan ateşi gibiydi,

tüm spotlar aşk sahnesinde bize çevriliydi.

Alkış kıyamet iniyorduk sahneden,

kolunda ben,

umudum,

gözümde bir kaç damla mutluluk parıltım, yürüyen iki ateş,

çıkacak yangınların sabırsızlığında,

dolaşıyordu ellerim kollarım birbirine,

başımı tutamıyordum bir dalgınlığın gizinde düşerken boynundaki o kokuna.

Tutardım boynunun kokusundan ve yürürdüm aşkının derin kuyularına,

orada yüreğinin içinde bir çocuk görürdüm gözleri yaşlı,

dizleri yara bere içinde yaslı, bakardım yüreğimle ve sızlardı içimin neşterlenen yerleri,

her şeyi bırakıp gitmekten söz ederdin, birden korkardım.

Yokluğunun düşüncesi yeterdi kaçırmaya uykularımın remini,

sevmiştim, inanmıştım, yaldızlı günlerimizde gözlerime bakarak verdiğin o yemini.

Oysaki ben mutluluk binamızın temelini dikerken adını “sonsuzluk” koymuştum senin.

Ayrılık ihtimalini ihtiyacı olan birine bir daha görüşmemek üzere satmıştım.

Belki de hata yapmıştım.

Söyle şimdi bana sevgilim;

Hala gözlerin tüm hüzünlü sahnelerde o büyümemiş çocuğun gözlerini takarak,

tüm yaramazlıkların ipinden tutarak, akıtıyor mu musluklarını?

İçinden çıkamadığın gerçeklerin bensiz kaldığın gecelerde boynunu sıkmaya devam ediyor mu?

Sorun ben miydim gerçekten?

Yoksa sorun hiç olmamış ama olmuş gibi durmuş biz miydik birbirimizin hayatını biçerken?

Adını andığım her an içimde öldürmeyi öğrettim kendime hüzünlerimi,

‘özlüyorum, gitme’ diyemedim, kalmayacağına emindi yüreğim.

Hala döneceğin günü avuçlarıma bırakmanı bekleyen o dilencinim.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir