Yeryüzü Ruhu: Toprak Ana’nın Yeni Yorumu

‘İlkel insan paradigmayı takip eder’ M. Eliade.

Kuhn, bilim adamları tarafından kabul görmüş olan inançlar bütününe veya problemlerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair hemfikir olunan geleneklere paradigma adını verir. Örneğin, Kopernik astronomisinin, Newton dinamiğinin veya dalga optiğinin zamanında kabul görmüş olan gelenekler olduğunu ve bunların her birinin birer paradigma olduğunu ifade etmektedir.

Yeryüzü Ruhu: Toprak Ana’nın Yeni Yorumu

Ben bu yazımda, insan tarihinde binlerce yıldır çok önemli olan ve belki de en önemli olan konu: Kadın, Ana, Tanrıça konusunu ele almak istiyorum. Senelerce ilgimi çeken, çokça araştırdığım bir konu olarak, onun da bir paradigma olduğu fikrini kendi bakış açımdan sunmak istedim. Her milletin tarihinde mutlaka Tanrıça inancı, dişinin kutsandığı ve tapıldığı dönem vardır. Zaten tüm kültürlerde hala açık ve gizli, o ya da bu şekilde bu kültün sürmekte olduğunu da görürüz. Şimdi, son dönem modern kültürümüzde de yeniden Dünya Ana, Toprak Ana, yer Yüzü Ruhu kavramları olarak yeniden inanç sistemimize ve Yeni Şuur modelinde önder kavram haline gelmektedir.  Peki dışa vuran tüm kavramlar, olaylar, tapma ve ret etmelerin, çekim, itim ve tepkilerin içsel kaynağı olan bu devinimin asıl kaynağı nedir acaba? Neyin izdüşümlerini yorumlamaya çalışıyoruz sonsuzluktan beri ve bu sonsuza dek de devam edecek mi? Veya O’nun da bir enerji dalgası, birer matematik formülle ifade edilebilineceği güç devinimi, belki de tutkal gibi tüm kâinatı bir arada tutan gravitasyon, belki astrofiziklerin kâbusu olan sırlı Kara Madde’nin veya ‘tanrı parçacığı’ olarak aranan gizemli şeyin ta kendisi ve hatta tüm parçacıkların kaynağı olan bir doğurgan ‘Öte’dir? Tüm Evrenin ham maddesi midir O? Ya da ham maddenin de Anası mı? Ötelerin ötesinde ama bizim yaşamımızın bizzat içinde olduğu da kesin bir gerçektir. Çünkü bu Ana tanrıça olmasa, zaten ne yaşam ne dünya veya herhangi bir parçacığın bir hücreye dönüşmesi ne insan ne medeniyet ne sevgi ve nefretin, negatif ve pozitifin arasında çarkları döndüren devinimin olması mümkün olamazdı…

Yeryüzü Ruhu: Toprak Ana’nın Yeni Yorumu

Dişinin üretkenliğinde kozmik bir model vardır. Eski Türk inançları ve mitolojisine göre daha yakından tanışıklığımız olan (ironi yapmıyorum ama bu bir gerçektir maalesef) Yunan mitlerindeki Zeus’un karısı olan Hera, sadece evlilik tanrıçası değil, evrensel bereket tanrıçası da sayılırdı. Hera, Orta Asya veya eski Türk inancındaki “Umay Ana” – bereket ve himayeci tanrıçası- gibi doğum anında ve genelde kadınların ve çocukların himayecisidir. Toprağın kutsallığı ve bereketi inancı ile Persler, Almanlar ve İskandinavlar’da yıkanmış ve kundaklanmış bebeği toprağa koyma adetini ortaya çıkarmıştır. Bazı yerlerde doğar doğmaz toprağa koyarken, asıl anası olan Toprağın gücü, korumacılığı ve bereketinden faydalanacağına inanılır. Bugün bile bazı Avrupa ülkelerinde yeni doğmuş bebek önce toprağa konulur (gerçek ana – toprak onu meşrulaştırarak, tanrısal koruma sağlaması için), sonra babası şükran anlamında onu yukarı –göğe doğru kaldırır. Türkiye’de görülen bir gelenek çocuğun direk toprakla kundaklanmasıdır, bunun için önce toprağı temiz bir yer bulunur. Dağa doğru gidilir, toprak elenir, ateşte biraz ısıtılır ve bezin üstüne sarılır. Böyle bir uygulama çocuğu sıcak tutar, gazını giderir, üstelik hazır bez görevi taşır. Toprağa koyma veya toprakla kundaklama geleneğini aslında insan evladının toprağı özleme, ona güvenme, asıl ana olarak ona tapma şeklinde yorumlayabiliriz.

Pek çok halkta doğrudan toprağın üstüne doğurma adeti (Humo Posito) vardır. Örneğin eskiden Çin’de ve Kafkasya’nın bazı bölgelerinde doğum acısı başlar başlamaz kadınlar yere çömelirler ve direkt toprağa doğururlar. Mısır demotik metinlerinde toprağa oturma deyiminin doğurmak anlamına geldiğini de vurgulamak lazım.

Yeryüzü Ruhu: Toprak Ana’nın Yeni Yorumu

Türkçe’de “gök” sözü tanrı sözüyle özdeşleştiği gibi, Sümercede de ‘me’ (erkek) sözü gökle özdeşleşir. Onlarda ulu tanrıça evrensel doğurganlığı sağlar, fakat, ilkel inançlardaki gibi evreni doğuma hazırlamaz, sadece döllenme aracılığıyla dünyevi (biyolojik) anlamda üretir. O yüzden bu tür medeniyetlerde öne çıkan göklerdeki tanrı değil, ana tanrıça ön plana çıkar, çünkü insanlar, hayvanlar ve bitkilerle bizzat o ilgilenir. Dolayısıyla bereket de ondan sorulur ve ona tapılır.

Eliade’ye göre, toprak yer altı kaynakları, maden galerileri ve mağaralarıyla bütünleşmiştir, onlar Toprak Anayla tek mikro kozmos yaratmıştır ve dolayısıyla canlıdır. Madenciler belli başlı kurallara, hijyene, arılığa önem vermesi, ilkel toplumlarda çok rastlanan bir durumdur, hatta yeni maden açarken ilk şaman veya rahip çağrılırdı, altın aramaya çıkmadan önce oruç tutulurdu vs.

İlkel dönemlerin resmi tarihi anlatılırken, şöyle başlanır: ‘Paleolitik (taş) dönemle başlayan süreç, avcı-toplayıcıların yaşamında yeni bir sayfa açmıştır ve kültürleri de değiştirmiştir. Yerleşik hayata geçmiş topluluklar çiftçilikle geçinmeye başladıkça toprağın üretici, besleyiciliği Ana (kadın)la özdeşleşmiş ve tanrıça mevhumu öne çıkmıştır’. Peki, su, ateş, taşla ilgili geleneklerdeki dişi ve tanrıça, doğumda olduğu kadar ölümde de tanrıçayla bağlı adet ve inançlara ne demeli o zaman? Yine asla ironi yapmak amaçlı değil, sadece aklımda oluşan soruyu ortaya koyuyorum…

Halkımızda, ‘Suya ve ateşe çok bakma’ deyimi vardır. Bu iki unsurun gücünü her kes taşıyamaz çünkü. Aksine, “derdin olsa suya söyle” gibi atasözü de vardır. Su; şifa verendir, arındırandır…

Su bütün potansiyel gücün kaynağı ve ayrışmamasının simgesidir.  Su bütün biçimlerin, şekillerin kaynaklandığı merkezdir. Ab-ı hayat ve Bengisu kavramları da bu ilkeyi taşıyan ölümsüzlük iksiri olarak görülen kutsal sudur. Arkaik vazolarda ve dişi tanrıların başlarında ‘W’ işareti bulunur, bu su, ay ve dişi, üç tane doğurganlık imgesinin tek merkezde birleşmesi anlamına gelir. Modern insan için böyle kutsallaştırmaları anlamak çok zordur, ama atalarımız için etrafta gördükleri dünyadaki her şey tek olan kutsalın tezahürü idi ve böyle düşünmeleri ve buna inanmaları gayet doğaldı. ‘Suyun mitolojik kaderi, kozmolojik olay ve döngülerin başında ve sonunda durmakken, toprağın kaderi, her biyolojik biçin ve dünya tarihini taşıyan her şeyin başında ve sonunda durmaktır, M.Eliade.

Evet, yaşam suyla başladığını ve devam ettiğini, ama en kudretli uygarlıkların da daha da kudretli tufanlarla yok olduğunu da biliyoruz.

Ateş, şamanlara derin sırları fısıldayan, yalnız dervişin tek arkadaşı, ama kalabalık evin de ocağı ve dolayısıyla yuvanın merkezidir ateş. Kadındır ateşi yakan ve yöneten bu ocakta. Ruslarda, ‘ochag’ sözü, doğduğun ev, yuva anlamına gelir hala ve bunun kökeni Türkçe söz olduğunu vurgularlar dilbilimciler…

Yeryüzü Ruhu: Toprak Ana’nın Yeni Yorumu

Türk mitolojisinde ‘od ana, ‘ateş ana’ kavramı da vardır, şamanlar ateşin etrafında ayin yaparlar, ona adak adarlar, ki O – Ateşin Dişi Ruhu, onları ruhlar ve insanlar arasında, doğanın ve üstünün, ötenin ve berinin ortasında, her iki tarafta da güçlü, usta, bilgili kılsın, diye…

Gelelim Taşa. İnsan taşın büyüklüğünde, dayanıklılığında, renginde ve biçiminde kutsal dünyaya ait bir gerçeklik ve güç bulmuştur. Dolayısıyla, kayalara, dağlara ve ya taşlara tapma gibi dönemleri olmuştur. Dolmenler yerde olması ve şekliyle Ulu Ana’ya benzetilmiş (Assamlı Khasisler). Gök taşları ayrıca kutsallaştırılarak Ulu Ana’yı (Kybele taşı) temsil eder. Bazı meteoritler doğurgan tanrıçayla bir tutulur.

Kayalar, kristaller ve taşlar da şamanlara yol gösterir. Erginleme sırasında şamanın içi kuvars kristalleriyle dolar.  Mezar taşları ve motiflerinin de çok fonksiyonları vardır: dirilere zarar vermemesini sağlamak, ruhsal doğasından dolayı bereket sağlamak, ruhun dünyadaki yaşamını kapatıp öbür düzleme geçişini sağlamak gibi. Bu anıtlar ölüden biraz uzağa dikilir, eğer ölüm aniden olduysa ruhun biraz daha oralarda olmayı istediğini düşünülerek kaza olan yere dikilir. Dünyanın çeşitli yerlerinde taşlar bereketin, doğurganlığın simgesidir ve onlara tapılmıştır. Hindistan’da kısır kadınlar dolmenlere adak adarlar, Anadolu’da Kybele taşı malumdur, ilkçağ Frigya’sında ana tanrıça ve onun ve yanında bulunan aslanların taş heykellerine de üretkenliği arttırmak için tapılmıştır, cinsel organlarının olduğu yerlere dokunularak tapıldığı için ki o kısımlar aşınmıştır; Altaylarda ve Orta Asya’da bazı kayalar Ana Tanrıça Umay’ı simgelemiştir. Kar Adasında kısır kadın çocuk, tüccar ise bereket istediğinde bereket taşını yağa bular. Avrupa’nın bazı yerlerinde genç evliler bereket taşlarının üzerinde yürür. Bazı yerlerde taşların kendi kendini doğurduklarına inanılır (Hindistan). Bazı toplumlarda sancıları başlayan kadın güç almak için toprağa çömelerek otururken bazı topluluklarda kısır ve ya genç kadınlar bazı kutsallaştırılmış taşların üstüne çömelirler. Bunu uygulayan kadın üretkenlik kazanacağını inanmaktadır ve bize göre arkaik kadın kendisiyle çelişmemektedir, çünkü yeryüzü her şeyiyle bir bütündür. Bir de ‘Göbek Taşı’ (Ompholes) kavramı var ki, dünyanın birçok yerinde dünyanın merkezi olarak bilinen yerler (tepeler, mabetler, saraylar vs.) vardır. Kâbe, Sina dağı, Meru Tepesi (Hindistan), Harbobeizaiti (İran), Himingörr (Germen), Ülkeler Tepesi (Mezopotamya) öyle yerler sayılır. Axis Mundi (Dünyanın merkezi) olarak kabul gören bu yerler, biri başkasına üstünlük sağlamayan halde hem kutsal hem bereket getiren hem merkez noktalar sayılır. Kelt geleneklerinde dünyanın merkezinde beyaz taş olduğuna inanılırken, mezar taşı da aynı şekilde yorumlanır. Fail Taşı denilen taş sınama taşı olarak da kullanılır: kral seçmek, suçluyu ortaya çıkarmak veya kadının kısır olup olmadığını anlamak için kullanılır.

Gerçek şu ki, atalarımız ister ölüleri korumak için mezar taşı yapsın, ister Axis Mundi sansın, ister bereket ve toprak ananın simgesi yapsın, taşlara hep insanı aşan güçleri ve yetileri yüklemiştir.

Dr. Nodira İbrahim Güçsav

 

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

2 Yorum

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir